Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Konuşamıyorum

Konuşamıyorum

Dergi Yazıları –  Aktivist Dergi

Geçen gün televizyonda Eyüp Sultan Türbesi’ni ziyarete gitmiş insanların haberini izliyordum. Röportaj yapılan kişilerden biri, 25-30 yaşlarında genç bir erkekti, “Buradan önce de Telli Baba’ya gittim,” dedi “Evlenmek isteyenler gidiyormuş, oradan da buraya geldim…” İçini kaplayan umut ve huzur ile mütevekkil, gözleri ışıl ışıldı.

Dua etmek… Dilemek… Çok mu geri kalmış kavramlar gibi geliyor size de…

Peki şu nasıl? Hedeflemek veya daha romantiklerimiz için hayal etmek, spiritüel olanlarımız için odaklanmak…

Yaşamda varlık gösteren ve olayların gelişimine etki eden on şey varsa bunlardan birinin de kelimeler olduğunu düşünüyorum. Bizde ruhsal, derinlikli bir etki yaratan kelimelerin… Hiç dua ile odaklanmak bir olur mu? Olmaması iktiza eder!

Uzun zamandır pek çok farklı alanda dil ile ilgili tartışmalar sürüyor. Bu tartışmaların bir kısmı ana dil davası üzerinden sürdürülürken, bir kısmı Osmanlıca kelimeler yerine Türkçe kelimeler kullanılması gerektiği üzerine… Bir başkası ise imla yanlışları ya da hatalı kelime kullanımı üzerine… Herkes bir şeyler söylüyor, kimi siyaset üzerinden, kimi ego, kimiyse kalbinden… Peki neyi, nasıl konuşmak gerek? Ne, nasıl anlatılmalı? İnsanın kendi dilinde, anlaması ama konuşamaması mümkün mü?

Bu yazının herhangi bir siyasi amaç taşımadığını belirtmek isterim öncelikle. Çünkü aslında herkes gibi benim de derdim özgürlük. Öyle sanıyorum ki, kendisine bu derece yaklaşıp bu derece kavuşamadığımız hiç olmamıştı. Evet, özgürlük! Konuşma özgürlüğü… Anlatma özgürlüğü… Ve hakkı!

Pardon ama Onlar Bizim de Kelimelerimiz

Hatırlar mısınız Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Osmanlıca derslerinin esbab-ı mucibesini anlatırken, “Şu anda Türkçe’nin mevcut kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız. Ya Osmanlıca ya da İngilizce, Almanca, Fransızca kelime ve kavramlara başvuracaksınız. Bu sorunlar devlet eliyle değil bilim insanları eliyle aşılacak sorunlardır” demiş ve o dönem bir tartışmanın fitilini ateşlemişti. Şu sıra ülkemizde Tayyip Erdoğan’a karşı olmak için, onun yanında durduğu her şeye karşı olma şeklinde bir eğilim var.  Ne yazık ki bu konu kendi adıma, o konulardan biri değil. Çünkü gerçekten de bazı şeyleri, sadece onların ait oldukları kelimelerle anlatabilirsiniz… İşin bilimsel kısmını bilemem ama hayat içerisinde sevda sevdadır… Aşk yerine sevi derseniz olmaz… Ben lisedeyken edebiyat öğretmenlerimiz kompozisyon sınavlarında mesela yerine örneğin kullanılması konusunda ısrar eder, bu konuda bir farkındalık yaratmak isterlerdi biz de notlarımızı kırmasınlar diye son derece dikkat ederdik.

Dil, bir anda içselleştirilecek bir şey değildir. Bunu yaparken de dil devriminden, Atatürk’ten ya da milliyetçilikten dem vurmayı da hiç samimi bulmuyorum. Artık kullanılmayan, modası ya da etkisi geçmiş kelimeleri düşündükçe insanın içi buruluyor. Oysa o kelimeler ne çok şeyi temsil ediyor ortak bilincimizde…

Havsala ve Belagat

Türk Dil Kurumu sözlüğünde memleket ile ülke eş anlamlı iki kelime. Anne ve ana da öyle…   

Farsça baht, Arapça talih ve Fransızcadan devşirme şans ile talay… O kadar çok var ki… Veda, hasret hatta ara başlıktaki gibi havsala… belagat… ve hatta feragat… Yüzlerce örnek var… Her bir kelime, kendine has özel bir hikâye ile var olur havsalamızda. Bu ne zekâmızla ne de yeteneklerimizle ilgilidir. Bu sadece bizimle ilgilidir. Bizim kim olduğumuzla… Ne ve nasıl olduğumuzla… Çok bilgili olmamızla da ilgili değildir, kitap kurdu olmakla da…

Derdini, düşünceni, duygunu hangi kelimelerle anlatıyorsun? Beyaz yakalı biri misin? Yoksa şehrin varoşlarında büyümüş biri mi? Anadolulu musun? Yoksa duygusal biri misin sadece? Çok mu derinsin? Çok mu katısın? Çok mu sıradan… Çok mu sığ? Bir şeyi ifade ederken özenli misin, değil misin?

Bana kelimelerini göster, sana kim olduğunu söyleyeyim…

Türkiye gibi tarihi ve toplumsal yapısıyla binlerce yılı, yüzlerce medeniyete ev sahipliği yaparak geçirmiş bir ülkede, memleket tozu yutularak geçirilmiş her devrin izi kalır kelimelerde… Buradan gelip geçmiş insanların… Kültürlerin… Acıların… Anıların… Değerlerin… Düşünce biçiminin… Ve elbette anlamın… Sanki gök kubbede asılı kalmış gibi, toprağa sinmiş, içe işlemiş anlamın…

İşte en çok da bu yüzden ister şive gereği ister ağız alışkanlığı ister sadece keyiften ya da öylesine kullanalım… Kelimelere sahip çıkmak gerek.  Kaybedilen her kelimenin önce insanın kendi yaşamında, sonra toplumun kolektif ruh halinde derin bir boşluk ve manasızlık yaratacağını düşünüyorum.

Günümüzde duyguların, derinlikli şeylerin gelip geçiciliğinin hatta sıradanlığının sebebini, popüler kültürün öğütücülüğünde ve dil üzerine yürütülen tutuculuğun esaretinde aramak yanlış olmayacaktır.

Bakınız Bilim Adamları…

Kelimeler Beyninizi Değiştirebilir adlı kitabın yazarları Andrew Newberg, M.D. ve Mark Robert Waldman’a göre kelimeler, temsil ettikleri duygu, deneyim ve değerlerle birlikte can buluyorlar. Algı dünyamızın yapı taşları olan kelimeler, sesler, kokular, görüntüler vs. kişinin kendine özel bir gerçeklik evreni yaratmasını sağlıyor, bir bakıma gerçek ile kişinin gerçeği arasındaki farkı belirliyor.

Bildiğimiz bir şey varsa, o da her canlının kendi diliyle birlikte büyüyüp, geliştiği… Her insan, daha annesinin karnındayken kelimeleri duyuyor, seslerle duyguları eşleştiriyor ve kendi kelime/nöron ağlarını adeta ilmek ilmek örmeye başlıyor hatta belki de kendi çapında bir hatırat oluşturuyor bu süreçte.

Seri olarak konuşabildiği o ilk dönemin çok öncesinde bile insan, ses motor sistemini kullanamasa dahi konuşmayı öğreniyor çünkü konuşamasa da anlayabilen küçük insan, bilgiyi (veriyi) alabiliyor, işleyebiliyor ve işaretler ya da mimiklerle karşı tepki verebiliyor. Üç önemli araştırmacının birbirleriyle diyaloglarından oluşan Dilin En Güzel Tarihi adlı kitapta, dilin beynin içindeki bir modüle benzediğinden bahsedilir. Özelle dil tüm diğer bilişsel işlevlerden hatta zekâdan bile bağımsız, kendine has bir organizmadır.

Kelimelerin Her Biri Bir İdrak Perisi

Kültürü, genetiği, çevresi, olduğu kadarıyla ve olduğu şey olarak insanın kendini ifade etmesi, haktır. Konulan kurallar, insanların sıkıştırılmak istendiği çerçeve… Belki de tüm bunlar, onları susturabilmek adına yaratılan safsatalardır, kim bilir!

Burada bize düşen en azından kendi yakınımızdaki seslerin susmasını engelleyebilmek olabilir. Eğer açık görüşlülük diye bir değer varsa, onun tezahür edebileceği en güzel alanlardan biri dil ve anlatım farklılıkları…

Bugün herkes her şeyi aynı şekilde anlatacak olsaydı dünyada edebiyat, sinema, müzik başta olmak üzere pek çok şey hiç yaratılmamış olurdu. Buna kız kıza yaptığımız dedikodular dâhil! İşe öncelikle herkesin her şeyi farklı anlatabileceği gerçeğini kabul ederek başlayalım… Söz söylemenin, değerli bir fikriyattan ve hissiyattan kısaca derin bir idrakten,   geçtiğini de unutmadan…

Hiiiiiiiiiiiiiiiii! Bilmiyoooooo, bağlaç olan de ile ek olan –de arasındaki farkı bilmiyoooooooo!

Sosyal medyayı çok seviyorum. Sosyal medyanın 21.yüzyıl insanını dönüştürdüğünü düşünüyorum. Hatta tüm onay ve ret mekanizmalarını an be an canlı tuttuğunu, onu tepkiselleştirdiğini, daha katılımcı yaptığını hatta dışa dönüklük konusunda var oluşun en güçlü formuna eriştirdiğini düşünüyorum. Saniyeler içinde bir şeye katılıyor ya da ona karşı duruyoruz ve yine saniyeler içinde herhangi bir şeyi yüzlerce/binlerce insanla paylaşma arzusu/ihtiyacı duyuyoruz. Hepimiz biraz yayıncı, biraz teşhirci, biraz muhalif, biraz da taraftarız…

Peki, sosyal medyanın bize hatırlattığı en önemli yetimiz ne dersiniz? Elbette yazabilmek… Ve yazabilmek için elde var: Kelimeler…

Fikrini, duygunu, tepkini, tavrını doğru bir şekilde yazdın yazdın! Yazamadın, bittin! İşte kelimelerin iade-i itibarı bu şekilde can buldu. Artık sadece kendimizi ifade etmeyecek aynı zamanda imla kurallarını da biliyor olacağız ve beraberinde kelime hazinemiz derdimizi anlatmaya yetecek. Yoksa siz de uyduruk web sitelerinden farksızsınız… Takipçileriniz nezdinde tabii.

Öyle mi olmalı?

İnsanın kelime haznesinin geniş olmasının faydaları saymakla bitmez, bu kısmın gerekliliğine bir sözüm olamaz. Çünkü gerçekten de kelimelerin her biri birer idrak perisidir. Kelimeler sizi genişletir, anlamı derinleştirir, gerçeği belirginleştirir ve daha neler, neler… Peki, ara başlıkta da bahsettiğim gibi bağlaç olan de ile ek olan –de’yi ayırt edebiliyor ve hatta doğru kullanıyor olmak çok mu önemlidir? Yanlış yerine yalnış yazmak… Hatta bazı kelimelerin doğru yazılışlarını bilmemek: “Belediyenin önündeki fışkıyeyi kim kırdı?”

Evet, Türkçe elden gidiyor mu? Neden gitsin? Ülkemiz kurumsal olarak dil hususunda oldukça kafa yormuş bir ülke… Pek çok girişimi ve denemesi olmuş, dili geliştirmek ve korumak konusunda çokça çalışmalar yapmış. Dil kuralları birçok kez değiştirilmiş yeniden yazılmış. Kendi profesyonel duruşum ile ben dil bilimi konusundaki gelişme ve yenilikleri an be an takip edememiş olmayı anlayışla karşılıyorum. Hatta bir insan profesyonel olarak “dil” üzerine bir iş yapmıyorsa (yazar, gazeteci, televizyoncu, editör, bilim adamı vs.) birtakım dil yanlışlarını, o kişiyi aşağılama konusu yapmayı da çok ayıp buluyorum.

Kurallara tapmak mı, bir insanı anlamak mı diye bir seçim yapmam gerekse sanırım ben bir insanı anlamaktan yana kullanırım tercihimi. Çünkü hiçbir kural, hiçbir sistem, hiçbir düzen tek bir insandan daha kıymetli ya da daha üstün değildir. Hayatta kalma hakkı önceliği insana aittir. Bu nedenle, yüzlerce yıldır kendi kabuğuna kapanmış insanoğlunun çekinik dış dünya adımlarını baltalamak, insanlığa yapılmış bir ihanettir. Bir insanın, bir konudaki fikrini söyleyebilmesi, tarafını seçmesi ve herhangi bir şeye karşı olabilmesi için dilbilgisi notunun 100 olması şartı yoktur, olmamalıdır.

Doğru, kuralına uygun ve Yaşar Kemal gibi yazmak gerekmiyor. Zaten bunu başarabilenlerin kitaplarını hep birlikte okuyoruz. Bırakınız herkes fikrini, hissini, tavrını, duruşunu dünyaya açsın… Bırakınız, birbirimizi anlayabilelim… Teferruatlarda boğulup birbirimizi susturmak yerine, bütüne odaklanalım ve dinleyelim. Hepimizin, bir başkasının sesine ihtiyacı var; kulaklarımız, gözlerimiz bunun için var…

Oldu mu oldu!

Ypalaın bir aratırymaşa gröe;

Kleimleirn hrfalreiinn hnagi srıdaa

yzalıdkılraı ömneli dğeliimş.

Öenlmi oaln brinci ve snonucnu hrfain yrenide omlsaımyış.

Ardakai hfraliren srısaı krıaışk oslada ouknyuorumş.

Çnükü kleimlrei hraf hraf dğeil bir btüün oalark oykuorumuşz.

İglniç dğeil mi?

Kalbin ile Düşünüp, Beynin ile Hissedebilir misin?

Aslolan, ifade edebilmektir.

İnsanı insan yapan şey kalbi ve beyni arasındaki bağlantının niteliği ve gücüdür. Düşünürken kalpten, hissederken beyinden etkilenmemek olur mu? Kelimeler, düşüncenin rayları duygunun lokomotifidir.

Sadece bu kadarını içselleştirebilirsek ne ana dilde yaşam gibi bir sorunumuz kalır ne de “bilmiyorsan kullanma kar’şim edepsizliği…

Dili koruyalım ama insanları daha çok koruyalım…