Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Anlamak Güzeldir

man standing on stone looking at sunset

Dergi Yazıları – Pozitif Dergisi

Hiç ayrımcılığa uğradınız mı? Dışlandınız mı? Azınlık içinde yer aldınız mı? Yargılandınız, aşağılandınız, küçük görüldünüz, yetersiz bulundunuz mu? Onurunuz hiç kırıldı mı? Bunu size kim, kimler yaptı? Peki, siz hiç ayrımcılık yaptınız mı? Birini, birilerini dışladınız mı? Azınlık muamelesi yaptınız mı? Yargıladınız, aşağıladınız, küçük gördünüz, yetersiz buldunuz mu? Hiç, birinin onurunu kırdınız mı? Burun kıvırdınız mı? Güç sarhoşluğuna kapıldınız mı?

Ya hiç başka biri adına, kalbiniz kırıldı mı?

Onun Seni Anlamadığı Zamanlarda Sen Onu Anlamaya Çalış

İkiliğe üstün gelmek krallara layık, muhteşem bir görüştür.

Şaşkınlıkları fethetmek kralca bir uygulamadır.

Tilopa

İnsanın kendine ettiği en büyük kötülük ne olabilir deseler, cevabımı hiç düşünmeden söyleyebilirdim: Kendini referans almak! Ben olsam, ama ben, benim için, bana göre, ben ben ben… Ben derken, canım sen hayırdır? Çok mu arî bir şeyden bahsediyoruz? Ben dediğin aslında beyninin kendin için üretebildiği birkaç slogandan fazlası olmadığını söylesek, aksini kim iddia edebilir? Hadi şimdi kendimize tezahürat yapmayı bir kenara bırakalım ve bakalım büyük problem nerede başlıyor?

Hepimiz Masumuz, Hem de Çok ama Çok Masumuz!

Oldum bittim temize çekmeyi çok severim. Bu şuna benziyor, tıpkı yemek pişirmeye… Hani tencerenin içine koymadan önce kabuklar soyulur, her şey güzelce yıkanır, ayıklanır ve o kapak kapanıp, ocağın da altı kısıldıktan sonra yemek pişmeye bırakılır ya… Zihnimizin altını kısmadan önce, düşüncelerimiz için de benzer bir süreç işletmek… Bilgiyi, duyguyu, inancı, düşünceyi içeri, yerine yerleştirmeden önce mümkünse önce bir bakmak. Kabuklar mı soyulacak, ayıklamak mı gerek, temizlenmeli, yıkanmalı mı… Kendi fikrimiz sandığımız, kendi düşüncemiz sandığımız hatta kendi duygumuz sandığımız şeylerin bize gelişi tam olarak böyle… Hibrit düşünceler şelalesi. Öğrenilmiş, edinilmiş, aynen kopyalanmış, dayatılmış hatta belki biz farkında bile olmadan benliğimizi yurt bellemiş tohum düşünceler, kendi yorumlarımızla daha daha güçlü, referanslı, korumalı ve güvenli. Bu sayede mahsul daha çok, verim yüksek ve dayanıklı. İşte bizi dünyanın en iyi tavrını kuşanmış gibi hissettiren şey aslında sadece bu. Birbirimizden ayrılırken, o taşı atarken, havamızdan geçilmezken kendimizi dünyanın en şahane varlığı sanmadaki o şüphesizlik, hep bundan işte, hep bundan…

 “Canım yalnız bir dakika, o iş tam olarak öyle olmayabilir” diyebilmek de güzel olabilir.

Sanki.

Çünkü buna değer… Çok ama çok sevdiğim bir çıkarım var, ölüme yakın kişilerin psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla, konuyla ilgili bir otorite olan İsviçreli Psikiyatr Elisabeth Kubler Ross’a ait bir çıkarım; tam olarak şöyle diyor: “Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş romantik ve anarşist olan insanlardır. Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla… şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar…”

Hadi Başlayalım: Kara Propaganda Hakkında Hiç Düşündünüz mü?

Beynimiz, bize doğru durmaksızın bir propaganda halinde. O hep çalışıyor. Hiç durmuyor. Her şey için söyleyecek bir sözü var ve hem kararlarımızda hem de yargılarımızda ezbere konuşuyor, adeta cepten yiyor. Ona şunu hatırlatmanın vakti geldi, “Hazıra dağ dayanmaz!”

Propaganda, insanların düşünce ve davranışlarını etkilemek amacıyla yürütülen bir çeşit PR kampanyası aslında. Mesajlar belirlenir, kılıflar hazırlanır, ürünler geliştirilir ve olabilecek en unutulmaz, en etkileyici, en cezbedici halde insanların kabulüne sunulur. Kitle iletişim araçları, gelenekler, örf ve adetler, aile ilkeleri inanmayacaksınız belki ama whatsup grupları bile eğilimlerimiz, tavırlarımız, fanatik hallerimiz ve savunmalarımız üzerinde çok etkili. Ebeveynlerimiz, yakın çevre, toplum, dünyada en ikna edici söylemi geliştirmeyi başarmış hatta bu söylemin de altını doldurmuş trend belirleyiciler ve biz… Bizler birer propagandacıyız!

Düşüncelerimiz, inançlarımız ve duygularımız, gündelik yaşamımızı idame ettirmenin yanı sıra kim olduğumuz üzerinde de çok ama çok etkililer. Robert G.Ingersoll bu irade gölgeleyicileri öyle güzel anlatıyor ki “Ölü gibi sakin cehalet ve iman yerine bana fırtınayı, düşünce ve eylemin borasını ver! İstiyorsan cennetten kov beni ama önce bilgi ağacının meyvesini tatmama izin ver!” Bana kalırsa buradaki bilgi meyvesi iradeden başkası değil. Yoksa başıboş referanslarımızın konforlu ve yumuşacık hamağında öylece sallanıp duracak mıyız?

Önyargılarımız, değerlerimiz, ahlakî eşiklerimiz bizi koruyor mu, sabote mi ediyor ve her an birini alaşağı etmemiz için aportta mı bekliyor? Bilginin ve bilginin gücüyle ruh üflenen iradeden taraf olmak da bu propagandaya karşı koymak için bir çözüm. Belki de geri kalan her şey fizyolojik ve kimyasal bir olaydır, kim bilir?

Prof.Dr.Uğur Batı, beynimizin bizi nasıl ve ne şekilde yönettiğini şöyle anlatıyor, “Bugün artık biliyoruz ki, günün en az %98’ini otomatik pilotta geçiriyoruz. Kararlarımızı da bu şekilde veriyoruz. Bizim adımıza kararları da o veriyor.”

Gelin şimdi birkaç soruyla, çok güvendiğimiz kendimizin aslında nasıl manipülasyona açık olduğunu bir görelim. Bunu yapmak istiyorum çünkü küçük tatlı beynimizin nasıl çalıştığını bilmek bile, önümüze koyduğu tüm kanıt ve argümanların ne derece şüpheye açık olduğunu anlamamızda bizi ikna edecektir diye düşünüyorum.

Nefsani Beyin ve Vicdani Beyin

Karar verme noktasında bizi en çok etkileyen unsurlar ne?

Uğur Batı: Çok net ifade edeyim, tüm veriler günün en az %98’inde otomatik pilotta yaşadığımızı ve bu şekilde karar verdiğimizi gösteriyor. Bizim adımıza kararları veriyor o.  Beynin bir konfor sistemi var ve en kolay olanı tercih ediyor. Zor kararlar ancak irade ile mümkün oluyor. Birinci karar dairesi beynin limbik sistemi tarafından idare edilir. Limbik sistem beynin üst tarafını kaplayan korteksin tam altındadır. Birinci karar dairesi hızlı kararları verir, otomatiktir ve kaçamak yapmayı sever. Fazla düşünmez, hesap yapmaz, savsaklamaya yatkındır, sizi iplemez. O sebeple bu daireye hesap kitap gerektirmeyen işler havale edilir. Günlük yaşamımızdaki birçok rutin, beynin bu dairesi tarafından idare edilir. Mesela araba kullanmak veya yemek yemek bunlardandır. Yemek yerken yemeği nasıl yiyeceğinizi, hangi elinize alacağınızı, önce buruna mı yoksa ağza mı götürmeniz gerektiğini düşünmezsiniz. Bunları beyin bir defa öğrenir ve otomatik hale getirip bir daha size sormaz. Beynin bu kısmına nefsanî beyin de diyebiliriz. Yani hızlıdır ve düşünmez. Hayattaki birçok kararımızın hızlı ve düşünmeden verilmesi gerekir ki bunu da nefsanî beyin yapar.

İkinci karar dairesi ise beynin ön tarafında olan prefrontal korteks tarafından idare edilir ve beynin bu dairesi gerçekten düşünerek tartarak en doğru kararı vermeye çalışır. O sebeple buraya gelen kararlar konsantrasyon, enerji, bilgi ve çoğu zaman da çaba gerektirir. Mesela beyin “51×18=?” sorusunu bu karar dairesine havale eder, çünkü birinci dairenin bunla başa çıkmasına ihtimal yoktur. Daha karmaşık matematik ve hesaplama problemleri de doğal olarak beynin bu dairesiyle ilgilidir. Bizim günlük hayatta “zeki” diye tanımladığımız insanlar, beyinlerinin bu dairesi iyi çalışan insanlardır. Hayattaki birçok kararımız da beynin bu dairesi tarafından idare edilir. Okul, araba, bilgisayar seçimi gibi kararlar ciddiyet ve çaba gerektiren kararlardır. Beynin bu sistemine vicdani beyin diyebiliriz. Vicdan düşünmek ister, aldanmak istemez. IQ diye bilinen zekâ testleri beynin bu bölümünün kabiliyetini ölçer.

Beynimiz gerçekten söylendiği kadar önemli mi?

Uğur Batı: Açıkçası beynimizi daha fazla kullandığımızda daha mutlu olur muyuz bilmiyorum, kimse bilmiyor sanırım… Ancak kullanmazsanız da geri alınıyor! Evet, kötü bir haberim var. Kullanılmayan beyin geri alınıyor. Cidden kullanılmadığında küçülüyor ve yavaş yavaş ancak sizi hayatta tutabilecek kıvama kadar küçülüyor. Bir kere o nedenle önemli!

Sonra oldukça oyuncu bir yapıdan söz ediyoruz beyin deyince. Kendisinin oyun oynaması gayet makul, bunu anlatacağım; doğuştan amaçsız bir organdan söz ediyoruz. Kendisi dünyaya geldiğinde ne yapmak istediğini bilmiyor ki, biz bilelim! Cidden öyle. Kendi acısını bile hissedemiyor. Hatta kendi hissettiklerini bile hissedemiyor. Kendi sinirleri bile yok. Dilim dilim doğra canı acımaz. Tüm organlar arasında işlevini bilmeden var olan tek organ. Bir de bu zat-ı muhterem yuvarlak ve iki loblu olması insanın işini doğrusu zorlaştırıyor! Müthiş kapasitesi ise hiçbir şeyi kolaylaştırmıyor. Beyninizin kapasitesi Facebook, Google ve Twitter Hostinglerinden Bile Fazladır! Biraz ikircikli olacak ama böylesine bir kapasitenin sizin kadar normal olmasını mı bekliyordunuz? Beyin, her ne kadar vücudumuzun ağırlığının %2’sini oluştursa da, günlük enerjimizin %20’si beyin tarafından tüketiliyor.

Sizce bizim en ihtiyaç duyduğumuz şey beyin mi kalp mi?

Uğur Batı: Beyin derken, son derece duygusal bir veri depolama merkezinden söz ediyoruz. Beynin işi ne biliyor musunuz? Çok basit. Bizi hayatta tutmak.  Düşünsenize bir insanı, Aralık ayında Kaz Dağları’na bırakın 2 gün bile hayatta kalamaz. Pençesi yok, kürkü yok. Peki, on binlerce yıldır nasıl hayatta kalmış? Beyni sayesinde, aynen öyle. Dolayısıyla bedende önemli olan her şey beyinde olur. Kalp dediğimiz zaman ruhani bir anlamı karşılıyor diye değerlendirmeliyiz. Lakin konu hep beyindir.

Kalp olgusu dâhilinde değerlendirdiğimiz her şey de beyinde olur. Örneğin aşk, basit bir kimyasal aktivitedir. Acı da öyledir. Duygular, duyular hep beyin aracılığıyla anlamlandırılır. Önemli olan kararlarımızdır. Her gün, yatırım kararlarımızdan, otomobil lastiği seçimine, çocuklarımızın okullarından kullanacağımız deterjana, kiralayacağımız evden, tuttuğumuz takımlara kadar çok farklı kategorilerde kararlar alıyoruz. Doğru karar vermenin yarattığı hormonal etki, kusursuz bir mutluluğu karşılıyor. Her markanın yaşatmak isteyeceği bu duygu, sürekli satışın da anahtarlarındandır.

Sonuçta mutlu bir beynin, bedende güçlü olumlu etkiler yarattığını biliyoruz. Mutlu bir beyin, vücudun grip aşısına tepki olarak ürettiği ortalama antikor miktarından yüzde 50 daha fazlasını üretiyor. Wisconsin Üniversitesi Profesörlerinden Richard Davidson mutlulukla ilgili bir araştırma yapıyor ve şu sonuç çıkıyor: Her nevi tatmin, beyinde bile bile yaratılan fiziksel bir durumdur ve mutlu bir beynin taşıdığı fiziksel özellikler açıklandıkça da bu özelliklerin bedenin geri kalan bölümleri üzerinde de güçlü bir etki yaratır.

İndir Pankartları, Şimdi Yeni Bir Şeyler Söylemek Lazım

Bunlardan, kendi ürünümüz olduğunu sandığımız fikirlerimizin ne derece harcıalem faaliyetler olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz? Tabii ki evet.

Belli ki, zihnimize ne ekersek onu biçiyoruz hatta çoğu zaman neredeyse kolektif bir tarlanın ürününü hasat ediyoruz. Ve bu bizim gerçeklerimiz oluyor. Her şeyin hakimi olsak ve güç bizde olsa, düşüncelerimizi artık düşünmemeyi başarsak, kararlarımız da değişir mi? Sadece değişkenleri değiştirmekle kalmayıp, topyekun denklemi de değiştirsek peki, buna ne dersiniz?

Zihinsel kara propagandayı nasıl durdurabiliriz? Regresyon, aile dizimi, enerji çalışmaları hatta insanın tam da tanımlanamayan alanlarına etki eden birçok teknik… Sesler, titreşimler, çakralar, yoga, meditasyon… Tüm bunlar, zihnimizin çarklarına çomak sokmaya yeter mi?

Her birimiz, başka bir dünya mümkün diyoruz; bunu hayal ediyoruz. Peki buna hizmet ediyor muyuz?

Bizi birbirimizden ayrı düşüren, aramızdaki yarıkların ve çatlakların müsebbibi olan şey nasıl çalışıyor biliyor musunuz? Bir kere sanki varlığı bizim varlığımız kadar eski ve gerçek gibi orada tüm ağırlığıyla oturuyor; bir sürü illüzyon, bir sürü iftira ile bizi yönlendiriyor ve sadece kendi yerini baki kılmak için, durmak dinlenmek nedir bilmeden her defasında bizi etkileyecek bir şeyler buluyor. Seni benden, beni senden uzağa atarken aynı zamanda bizleri de örgütlüyor. Senin gibi düşünen gruplar, benim gibi düşünen gruplara karşı cepheler yaratılırken özünde, içten içe şunu hepimiz biliyoruz: “ Aslında tanısak, çok severiz birbirimizi…”

Kendi haline bıraktığımız düşüncelerimiz, ihmal ettiğimiz zihinsel ve duygusal temellerimiz, birilerinin canını acıtmamıza yol açabiliyor. Kendimizi neyle desteklediğimizi bile bilmiyoruz. Öyle diyoruz, öyle oluyor. Altında elle tutulur tek bir savımızın dahi olmadığı inançlarımız ve bilgilerimizle, birilerine dünyayı dar ediyoruz.

Geçtiğimiz günlerde yine pek çok şaşkınlık veren söylemleri de beraberinde getiren Onur Haftası’nı yaşadık. Bu süreçte olanlar toplumsal eşiklerimiz, değer yargılarımız ve sınırlarımız hakkında çok şey söyledi bize. Seksist, homofobik, ırkçı, kategorik, klasmancı vb. her türden ayrımcılığın psikolojik şiddetinin nasıl kırıcı olduğunu gördük. Onur Haftası’nı kutlayanlar ve destekleyenler ile LGBTİ’lilerin helak edilmesini isyenler arasındaki derin boşluk, hayret verici nitelikteydi. Bizden olmayanı bol keseden harcamak, hepimizin zaman zaman düştüğü bir çukur. Buradan çıkış var mı? Koç Gülen Gündüz Yılmaz’a sordum. Birini anlamakta ve kabul etmekte zorlandığımız anlarla ilgili çok etkileyici şeyler anlattı.

Birbirimizi nasıl ve neden dışlıyoruz?

Gülen Gündüz Yılmaz: Kendimde dışladığım içimdeki parça neyse, sende onu gördüğüm için seni dışlarım. Bu şöyle çalışıyor, benim ego dediğim parça şu anda kendime ait olan kimliğimdir, bu dünyada yaptıklarımdır, somut alemde görünen şeye ego derim. Benim kimliğimdir egom.  O kimlik, çocukluktan beri sana söylenenlerle senin gördüklerinle kollektif bilinçdışıyla şekillenir sürekli ve sen şunu öğrenirsin, ben ağlamayan bir insanım dersin mesela ben kırıtmayan kadınım dersin ben erkek gibi kadınım dersin böylece senin egon şekillenir. Egonun dışında bıraktığın her ne varsa, bana ait değil, ben böyle değilim dediğin her ne varsa onu dışarıdaki insanlara yansıtırsın… buna yansıtma, projeksiyon mekanizması denir; yani ben kendim, o kırıtan parçamı sahiplenmiyorsam bir kadının kırıtmasından rahatsız olurum, mekanizma böyle çalışır o yüzden yapılması gereken dış dünyadaki ayrımcılıktan, çok kendi iç dünyandaki ayrımcılığı konuşmaktır.

Yani senden nefret ederken aslında kendi içimde o yok saydığım parçam, bana kendini göstermeye çalışıyordur?

Gülen Gündüz Yılmaz: Evet

Yani böyle küçük ve ihmal edilmiş bir çocuk gibi, “Sev beni, kabul et beni…” diyor…

Gülen Gündüz Yılmaz: Çok güzel bir şey söylediniz tüylerim diken diken oldu.

Olur ya küçük çocuklar kendini fark ettirmek için problem çıkarır sürekli, yapmaması gereken şeyi yapar çünkü ona kızman bile onunla iletişim kurmandır

Gülen Gündüz Yılmaz: Kesinlikle mekanizma budur çünkü bende bu var, bende bu yok dediğimde, kendi içimde bir ayrım yaratırım ve bütünleşemem yani bütün olamam, iki ayrı parça olurum. Ben ne kadar bütün bir insan olursam o kadar huzurlu, o kadar mutlu ve kendi hayallerinin peşinden giden bir insan olurum.  Ruh tamamlanmak ister.  Yani aslında senin başkalarına karşı duyduğun nefret, kin ya da kabul edememe gibi duygular senin ruhunun sana olan çağrısıdır. Bunları gör de bu parçanı kapsa ve içine kat gibi.

Ama ile başlayacağım. Ama bu dedikleriniz benim kafamı karıştırıyor mesela bu tür bilgilerle karşılaştığımda, “O senin aynan falan…” Mesela böyle hakikaten entelektüel zekamla karşı olduğum bir şeyi karşımdaki yapıyor ve ben bundan rahatsızlık duyuyorum… Doğal olarak. Siz diyorsunuz ki “Bu aslında sen de özünde öyle olduğun için o sana çok sevimsiz geliyor.” Buradaki bu kabul eşiğini atlamak çok zor. Tamam şimdi bunu da biliyorum. Peki bu bilgiyle ben yapacağım?

Gülen Gündüz Yılmaz: Bakın bizim beynimizin mekanizması yargı üretmek üzerine kurulu. Bu bilgiyle ne mi yapacağız? Bir durup bakacağız elbette. Şimdi orada bizim yavaşlamamız ve o yargının arkasında bizi bekleyen “Benim duygum ne, o duygu bana hangi ihtiyacımı hatırlatıyor?” sorularına bakmam gerekiyor. Şöyle çok kabaca bir örnek vereyim.  Mesela gay bir erkek gördüğümde “İşte bunlar da çok ahlaksızlar gibi bir yargı geliyorsa bana, o yargıyı bir kenara koyup, “Burada bana ne oluyor?” demem lazım. Belki kendimi son derece tetikte hissediyorum. Belki çocukluğumda bu tarz kodlarla büyütüldüm ve o parçalarımı şifalandırmaya ihtiyacım var benim. Belki onu söylemek istiyor bana. Kendini güvensiz hisseden içimdeki çocuk ve o tetikte olma duygusu, bana bu ihtiyacımı söylüyor.  Ben odağımı karşı tarafta yargıladığım insandan kendime, içime döndürdüğümde artık o şifa ihtiyacını karşıma ihtimalim var. İçimdeki çocuğu şifalandırma, içimdeki çocuğu güvende hissettirme ihtimalim var. O zaman yapabilirim ama odağım karşıda olursa ve yargıda olursa bunu yapamam.

Peki tüm bunlar ne şekilde işliyor?

Gülen Gündüz Yılmaz: Yargıdan duyguma, duygumdan da ihtiyacıma gitmem gerekiyor. Sonra o ihtiyacı nasıl karşılayacağımla ilgili yaratıcı stratejiler geliştirebilirim pekala. Diğer yandan yargılayan insanı da yargılamamak gerekiyor. Şiddetsiz iletişimin kurucusu Marshall Rosenberg’in bir lafı var ‘’Yargılar içimizdeki ihtiyaçların trajik ifadesidir” bunu belki “Yargılar, karşılanmamış ihtiyaçlarımızın trajik hikâyesidir” olarak da geliştirebiliriz. Yani bir insan yargılıyorsa onun karşılanmayan trajik bir ihtiyacı vardır, o yüzden yargılayanı da yargılamak değil de, siz acaba yargılayana da alan tutarak, ihtiyacını bulmasına yardım edebilir misiniz? Buradaki anahtar bu.

İnsan yargılayamazsa hayatta kalamaz gibi hissediyor çünkü bir yandan da akın akın geliyor çünkü tuhaflıklar. Herkesin kendi özelinde farklı sebebi var evet, güzel bir şey içe dönüp kendini eşelemek, yaralarını kaşımak…

Bunlarla baş etmenin anahtarı herkesin kendi içindeki ayrımcılıkla algıladığı parçalarına dönüp bakması… Şunu bir denesenize… Mesela “Çok ahlaksız!” diyorsun biri için, hemen ardından  “Tıpkı benim gibi” demek… Bu Budistlere özgü bir şefkat pratiği aslında ya da “Sende kendimdeki ahlaksızlığı görüyorum…” Çünkü kendi deneyimlemediğin ve bilmediğin bir hali, başkasında göremezsin. Tanımlayamazsın. Onun tanımı sende varsa, onu tanıyorsundur, o parça sende de vardır, bu nedenle “Sende o parçamı görüyorum” diyoruz.

I’m Ok, You’re Ok

Bunu katıldığım bir eğitimde duymuş ve çok etkilenmiştim. Herkesin kendi orijinalinde olduğunu söylüyordu. Kendi hikayence, kendi hikayenle sen ok’sin ben, ok’im. Muhteşem değil mi? Anlayışın, kabulün ve kucaklamanın formülü bu olsa gerek.

Bir yerde okumuştum sanırım, şöyle bir şeydi “Senin sadece masumiyetin muhteşem güzelliği için sarsılman ve uyandırılman gerekiyor… Oysa sen, dünyaya seninle beraber sunulmuş, getirilmiş olan tüm hazinelerini unutarak, asla yakalayamayacağın gölgelerin peşinden sürükleniyorsun.”

İyi geldi değil mi? Birini suçlayamadığımız zaman, onu yok etme ihtiyacımızı karşılasın diye elimize tutuşturulan kınama kolaylığını seçmeden birkaç saniye önce, basitçe içimizden söyleyelim mi “O ok, ben ok, her şey ok.”