Tüm umutlu ve inançlı halimize rağmen gelecek,
içerdiği muamma sebebiyle biraz kuşkucu biraz da tedirgin etmiyor mu bizi?
Oysa geleceğe doğru yol almanın kendisi değil mi umut? Peki neden gelecek denince beraberinde hep karanlık senaryolar gelir? Ben bunun müsebbibi olarak Kahinleri görüyorum! Sizi ikna edebileceğimi düşünüyorum.
Gelecek bir insan olsaydı ve hakkında düşündüklerimizi bilseydi, kendini nasıl hissederdi acaba?
Varoluşun herhangi bir çağında bizler, sonrayı düşünmeden tek bir an geçirdik mi dersiniz? Sürekli merak ediyoruz… Hava nasıl olacak? Kek kabaracak mı? Maaşım zamanında yatacak mı? Evlenebilecek miyim? Ne olacak bu memleketin hali!
Asırlar boyunca biricik gezegenimizden nice kâhinler gelmiş geçmiş… Nostradamus, Vanga, Aziz Malaki, Edgar Cayce, Shipton Ana, Mormonlar… Ve tabii, borsacılar, ekonomistler, iklim bilimciler ve annelerimiz.
Bana sorarsanız, nerede kehanet varsa orada bir korku da tezahür ediyor. Zira ben hiç ağzından bal damlayan bir kâhin duymadım. İster, adıyla sanıyla bir kâhin olsun ister bir efsane; geleceğe dair karanlık senaryolar yazmak bu işin fıtratında var.
Size birkaç örnek hazırladım. 20.yüzyılda Bulgaristan’da yaşamış ünlü kâhin Vanga, 1989 yılında “İki çelik kuş, kulelere çarpacak gökyüzü aydınlanacak” kehanetiyle adeta 11 Eylül saldırılarını bildirmiş. Vanga’nın içinde bulunduğumuz zamana ilişkin kehanetlerini ise ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Avrupa nüfusunun hızla azalması mı dersiniz, Müslüman bir devletin Avrupa’nın hâkimi olacağı mı, Çin’in dünyayı tek başına yöneteceği mi… Bizler görmeyiz belki ama Vanga daha daha sonraki geleceği ise pek bir güzel görmüş. Mesela 2076’da tüm dünyada sınıfsız komünizm sisteminin yerleşeceği….. En sevdiğim kehaneti ise elbette 2084’te, tabiatın kendini tamamen yenileceği kehaneti. Müjdemi isterim.
Nostradamus’tan sonra dünyanın en büyük kâhini olarak anılan Edgar Cayce’in kehanetlerini okurken inanın içim karardı. Size de bu duyguyu yaşatmak istemezdim ama nasıl ben yine de merakıma yenik düştüysem; sizde de öyle olacağını düşünüyorum. “Yok, bu kadarına dayanamayacağım” diyenler varsa, bu paragrafı es geçebilir. Cayce, daha 1934 yılında Hitler’in Almanya’nın başına geçeceği kehanetinde bulunmuş, psişik güçleri olan bir kâhin. Hipnoz ile uyutulduğunda yaptığı konuşmaların yanı sıra yine hipnoz anında yaptığı reçetelerle, resmi konsültasyon verme hakkı kazanmış biri aynı zamanda. Cayce, dünyayı bekleyen doğal felaketler hakkında pek çok kehanette bulunmuş biri. Şimdi yazacağım cümleyi okurken gözlerinizi kapatabilirsiniz –nasıl olacaksa– “Kuzey bölgelerinde ve Antarktika’da kabarmalar ve depremler, yerkürenin sıcak bölgelerinde volkanik patlamalar olacak. Kutuplar yer değiştirecek; öyle ki, soğuk veya yarı tropikal ülkeler daha tropikal olacaklar ve oralarda dev eğrelti otları ve yosunlar çıkacak.” Edgar Cayce’e göre tabiattaki değişim bununla da bitmeyecek, Atlantik ve Pasifik’te yeni karalar ortaya çıkacak, dünyada pek çok deprem olacak, denizle çevrili ülkelerin bazı kıyı parçaları sulara gömülecek ve Atlantis yeniden su yüzüne çıkacak. Gerçi bu kısım fena değil gibi zira Atlantis Uygarlığı şüyu vukuundan beter sözünü doğrularcasına; hayatımızdaki en tedirgin edici efsanelerden biri. Bence de çıksınlar ve her şeyi açıklasınlar! Edgar Cayce, üçüncü dünya savaşının olmayacağını da söylemiş ama bu beyanatının ardından “N’olur N’olmaz sevinirler belki” diye düşünerek hemen geri adım atmış, yine korkunç bir kehanette bulunmuş: “Paris, Londra ve New York, haritadan silinecek.”
Nostradamus’a Bu Kadar Paye Verilmeseydi, Bütün Bunlar Başımıza Gelmeyebilirdi
Gizli ateşlerle, birçok yer sıcaktan yanacak,
Az yağmur, sıcak rüzgâr, çatışmalar, yaralar.
Aniden büyük bir tufan olacak,
Gök, hava ve toprak belayla dolu, karanlık,
20.Yüzyıl’ın sonunda, Büyük Beyaz Ölüm soluğu ile acımasızca gelerek, dünyayı beyaz cehenneme dönüştürecek,
Buzlu rüzgârlar ve fırtınalar dünyayı 40 gün, 40 gece etkileyecek,
Büyük Beyaz Ölüm’den kurtulanlar için yaşamın değeri çok büyük olacak,
Beklenen Kıyamet Günü (Armageddon), 2000’lerde gerçekleşecek,
Yüzyıl yenilenirken salgın hastalıklar, kıtlık artacak, ölüm askerlerden gelecek,
Az yağmur, sıcak rüzgâr, çatışmalar, yaralar.
Büyük kıtlığın yaklaştığı görülünce,
Kıtlık sık olacak, sonra evrensel olacak,
Büyük, uzun, çok güçlü olacak,
Ağaçlar köklerinden, çocuklar annelerinden kopacak.
Mesela…
İnsanın tüyleri diken diken oluyor. Gelecek hakkında güzel şeyler düşünmeye başlamanın dördüncü saniyesinde titreşmeye başlayan “Amaaaan, hayal işte” nöronları sayesinde o tatlı hayaller puf diye dağılırken… en mutlu, en şen şakrak, en şahane anında hörk diye mevzuya giren “gülmek ağlamak getirir” mottosuna ait nöronlar aşka gelirken… bize geleceğin daima karanlık, tedbir alınması gereken, her şeyin darmadağın olabileceği ihtimalini dayatan o nöronların sayıca üstünlüğü varsa; işte bunun sebebi Nostradamus’tur. Adamı mezarında takla attırmış olabilirim ama saygımın ve hoşgörümün de bir sınırı var. Gözlerini belerte belerte kehanetlerde bulunmuş sanki; hep bir felaket, hep bir yıkım, hep bir yok oluş. İşin en tüyler ürpertici tarafı ise bu kehanetlerin geçmişte bir bir yaşanmış olması. Nostradamus’a göre, Orta Asya’da bir Mehdi ortaya çıkacak, 2000’li yıllarda 18 yıl sürecek bir deprem dalgası yaşanacak, 2025’te Dünya’nın ekseni değişecek, Amerika’da büyük bir salgın baş gösterecek. Ve büyük savaşlar, yok olan doğa parçaları…
Bırakınız Gelsinler
Umutlu ve iyimser olabilseydik, dünyada bazı sistemlerin hiç gelişmeyeceğini düşünüyorum. Mesela sigortacılık, yatırımcılık, politika, eğitim, bankacılık. Neredeyse içinde bulunduğumuz tüm sistem bizi kötü şeyler olabileceği ihtimaline karşı hazırlıyor. Bu çok mu kötü, tartışılır. Peki tedbir almak uğruna kaybedilen bunca zaman, verilen emek, yatırılan para? İçimizdeki korku, kaygı, karamsarlık. Gelecek ile ilgili iyi duygular taşımayacaksak, neden yaşıyoruz? Belki de en doğru soru bu.
Fallar, burçlar, tahminler, varsayımlar, ihtimaller… Geçmişin izinde, geleceğin peşinde gün geçtikçe ağırlaşan bugünlerimizi hafifletmek mümkün olabilir. Bırakınız gelsinler.
Sorumlu Vatandaş
Adına ister Tanrı, ister Allah, ister Varoluş deyin… Şayet yaratılmamızın bir amacı varsa bu, yaşamdaki amacımızı bulmak ve onu gerçekleştirmektir. Geçmiş ağır bir yük gibiyse deneyimlerimizi kutsamaya, gelecek üstümüze üstümüze geliyorsa payımıza düşeni almaya cesaret göstermeliyiz. Çünkü hikâyemiz bizi pamuklara sarmamış olabilir… Çünkü hikâyemiz mükemmel yumuşaklığı hedeflemiyor olabilir. Hayat, olanlardan ibaret bir büyük muamma. İyi anlar, kötü anlar, felaketler ve mucizeler. Öyle sanıyorum ki, geleceğe hazır olmanın tek bir yolu var: Kendine güvenmek.
Baksanıza, nesli tükenmiş hayvanlar var. Varlığına artık rastlanmayan mikroorganizmalar. Yok olmuş medeniyetler, batık kıtalar, dağılmış krallıklar, doğal afetler, salgınlar, savaşlar… İnsan bugün, yaptığı onca ahmaklığa rağmen hala reçelli ekmek yiyebiliyorsa, bunun sebebi hayatta kalmayı bilmesindendir.
GELECEK, GELİRKEN EKMEK AL!
Gelecek için tedbirli olmak istiyorsunuz? Kâhinlerin günümüzdeki temsilcisi annelerimizi dinleyerek başlayabiliriz belki.
Şemsiyeni al yağmur yağacak…
Bu çocuğu hiç gözüm tutmadı, bak üzülürsün…
Sırtına kazak giy, üşüteceksin…
Bu kadarı yeter bence.
Geleceğin Dilemması
Ben gelecek olsam, gelmezdim!
Hakkımda atıp tutulanlar, arkamdan konuşulanlar, düşünüp de söylenemeyenler, önyargılar, varsayımlar… Benden korkulması kendimi kötü hissettirirdi. İstenmeyen bebek gibi bir yanım kırık olurdu.
Gelecek, bizim akıllı, deneyimli, güçlü yanımız. O bizim eksiklerimizi tamamlayacak, bizi pek çok olaya karşı cesur kılacak, o bize uğrunda mücadele edeceğimiz değerler verecek, bizi biz yapacak. Geleceğe biraz samimi davranmak gerek, bu derece plancı olmamak gerek.
Zira, biz neysek, gelecek öyle gelecek.
Yazar: Serda Kranda KapucuoğluMail: serda@buyukharfler.com